Keşke Toprak Olsaydım!..
Bedîuzzaman Hazretleri ikindi vakti için “o vakit hem güz mevsim-i hazînânesini ve ihtiyarlık hâlet-i mahzunânesini ve âhir zaman mevsim-i elîmânesini andırır ve hatırlattırır… hem o koca güneşin ufûle meyletmesi işaretiyle insan bir misafir memur ve herşey geçici, bîkarar olduğunu ilân etmek zamanıdır.” der. İşte, sonbaharı, ihtiyarlığı, ölümü ve topyekün kainatın ölümü olan kıyameti hatırlatan bu vakitte biz namazdan sonra Nebe Sûresini okuruz.
Bu sûre, adını ikinci ayetinde geçen ve “Mühim Haber” manasına gelen “En-Nebe’ul-Azîm”den almıştır. Ayette mealen, “Onlar birbirine neyi sorup duruyorlar? Hakkında ihtilafa düştükleri o “mühim haberi” mi?” denmektedir. Bu haberden maksad, ölümden sonra diriliş ve âhiret hayatıdır. İnsanların merak ettiği, sorup durduğu başları döndürecek, insanın aklını başından alacak hadise öyle müthiştir ki, iman kalbine oturmamış kimseler bu hadise neticesinde cehennem azabının dehşetini görüp tadınca şaşıracak, dengesini yitirecek ve bu azab şoku karşısında toprak olmak isteyecektir.
İnsana dünyada bir şans tanınmış; o, bir turnikeye bir kere itilmiş, yayına ok konmuş ve ona “Ancak bir ok atma hakkın var; hedefe isabet ettirirsen kurtulacaksın, yoksa mahvolacaksın..” denmiştir. İşte o gün pek çokları hedefi yakalayamamışlığın ve “mahvolacaksın” kaziyesine mahkum olmuşluğun perişaniyet ve dehşeti içinde “Yâ leytenî küntü türâbâ – Ah ne olurdu, keşke toprak olsaydım!” diyecek; ayaklar altında, rüzgarla sağa-sola savrulan toz-toprak olmayı temenni edecektir.
Toprak, muhteva ve zenginliğine rağmen, hep tevâzu ve mahviyetin remzi olmuştur. Kalbi iman nuruyla aydınlatabilmek ve gönlü gül bahçesine çevirmek için toprak gibi olmak gerektiği; zira topraktan başkasının gül bitiremeyeceği hep söylenegelmiştir. Bundan dolayı bazı müfessirler “keşke toprak olsaydım!..” temennisini “Keşke dünyada gurur ve kibirden uzak yaşasaydım; alçakgönüllü olup Allah’a iman ve itaat etseydim.” manasında mecâzî olarak anlamışlardır.
Fakat ayette geçen “toprak” kelimesini hakikî manasında kullanılmış olarak kabul edenler daha çoktur. Şöyle ki; ahirette hayvanlar, nev’ halinde toprak olacaklarından dolayı dünyada insan olmanın hakkını veremeyenler, mesuliyetinin gereğini yerine getiremeyenler de o gün hayvanlar gibi toprak olmak isteyeceklerdir. Bir hadis-i şerife göre, Yüce Allah, o gün hayvanları da huzura getirecek, birbirlerinden haklarını alıp ödeştirecek ve sonra onlara, "toprak olun" buyuracak, hepsi toprak olacaktır. İşte bunu gören kafirler de onlar gibi toprak olmayı isteyecektir.
İnsanî mevhibelerle donatılmış olarak dünyaya gelen, fakat insanca tavır ve davranışları yakalayamayanlar orada tabiatlarını seslendirecekler. Zaten bir tabiat deformasyonuna maruz kaldıklarından dolayı, tekrar “keşke hayvan olsaydım” demeyecekler de, belağatta “mâ yeûlü ileyh” şeklinde ifade edilen “doğrudan neticeyi söyleme” üslûbuyla hayvan olmanın hasıl edeceği sonucu, yani toprak olmayı isteyecekler. Bu açıdan, onların bu temennisini dünya hayatı itibarıyla hayvan ya da toprak olmayı arzulama değil de, dünyadaki sû-i istimalleri sebebiyle maruz kaldıkları cezadan kurtulma ve hiç olmazsa hayvanlara tatbik edilen muameleyi isteme şeklinde anlamak gerekir.
Ah zavallı insanlar!.. gözleri var ama görmüyorlar.. kulakları var ama işitmiyorlar.. sinelerinde “kalb” adını verdikleri bir et parçası taşıyor ama onu işletmiyor, hissetmeleri lazım geleni hissetmiyor, duymaları gerekeni duymuyorlar. Yani, donanım olarak insana verilen her şey kendilerine verilmiş; fakat onlar, o potansiyel gücü pratiğe dökememiş, kullanamamış, inkişaf ettirememişler. Sanki insanca donanımları yok gibi. Mâ kâne (hal) itibarıyle yok, mâ yekûn (gelecek) itibarıyla da acı bir temenni var: keşke toprak olsaydım…
Maalesef, çokları bu müthiş haberi duymamış gibi yaşıyor; istikbalde onları bekleyen ve karşılaşmaları muhakkak olan o korkunç güne karşı kayıtsız ve kaygısız bir hal sergiliyorlar. Bazen hayret ediyorum; öyle büyük hadiseler silsilesine karşı böyle lâkayd kalınır mı? Bir insan -eğer ahirete inanıyorsa- kalbi durmalı, en azından biricik okunu hedefine isabet ettirememe endişesiyle ürpermeli ve kontrollü bir hayat yaşamalı değil mi?..
Milletimizin İhyâsı
Daha on-onbeş yaşımdayken, babam iki şeyin hayranlığını ruhuma işledi; biri Sahabe Efendilerimiz; diğeri de, Osmanlı. “Yıldırım, Yavuz…” dediği zaman babamın gözleri dolar, bakışları buğu buğu olurdu. O günden bu güne, hiç hazmedemedim bu milleti ayaklar altına düşürenleri.. hiç hazmedemedim milletimizin büzüşüp, sıkışıp küçük, muhtaç, başkalarının eline bakan bir topluluk haline gelmesini. Koskocaman, cihanlara sığmayan bir millet nasıl oldu da, böyle iki gölün arasına sıkıştı kaldı? Nasıl bu halle övünüyor insanlar?.. Küçüklüğü nasıl öyle allı-pullu gösteriyorlar? Hiç hazmedemedim…
Evet, insanımızın dilenci durumuna düşmesi ve başkasının kapısında el açması; malî, içtimaî ve ahlakî bir buhran yaşaması sinemde girdaplar meydana getiriyor. Ama ne yapabilirim ki, çaresizlikten dolayı iki büklüm, sabretmeye çalışıyorum. Fakat diğer taraftan da, gönüllerde üzüntü girdapları meydana getiren bütün hadiselerin milleti ihya etme istikametinde bizde metafizik gerilim hasıl etmesi gerektiğine inanıyorum. Yeis, atalet, bezginlik ve sürekli şikayet değil, ümit, sa’y ve Allah’ın inayetine sarılmak lazım geldiğine inanıyorum.
Üstad Hazretleri bir reçete veriyor: “Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhyâ-yı dinle olur şu milletin ihyâsı.” diyor. Demek ki bizim dirilişimiz dine bağlılık içinde gerçekleşebilir. Diriliş destanları yazmakla değil, doğrudan doğruya halkın içinde olmak, onun nabzını tutmak, tıpkı bir çocuğu hayata taşıma, götürme, yükseltme gibi elinden tutup onun ayaklarıyla yürümek, yolun her dönemecine ait adab u erkanı öğretmek.. ve yine aktif bir sabırla büyümesini beklemekle gerçekleşebilir.
Daha sözlerime başlarken şu hususu hatırlatmak isterim. Nazarlarını ahirete çevirmiş, hizmet diyarı olan bu dünyadan terhisini alıp sevgililer diyarına gitmeyi bekleyen bir insan olarak bütün samimiyetimle söylüyorum ki; insanımızın dirilmesi ve milletimizin ihyası derken, bazılarının müslümanlara yakıştırdığı “dine dayalı devlet kurma arzusu”, parti ve hizipçilik gibi milleti birbirine düşüren bütün unsurlardan uzak, maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî garazlardan sıyrılmış bir duyguyu ifade etmeye çalışıyor ve bu necip milletin layık olduğu konuma yükselmesini kastediyorum.. milletçe çöküntü ve çözülmelerimizin gerçek sebep ve sâikleri sayılan ihtiras, tembellik, şöhret arzusu, makam sevgisi, bencillik ve dünyaperestlik gibi his ve duyguları atıp, manevi hayatın özü ve hakikati olan istiğna, cesaret, mahviyet, diğergamlık, rûhânîlik, rabbânilik ruhu ve hak duygusuyla bir kere daha fert fert fazilet abideleri haline gelmemizi kastediyorum..
İfade etmek istiyorum ki, millet hayatına dair yaptığımız planlar, ne kadar yararlı da olsa, bu uğurda millî ruh katiyen fedâ edilmemeli; aksine, millet modernize edildikçe o daha da hassasiyetle korunmalıdır.. tâ beşikten başlayarak; anneler, yavrularına, millî rûhu terennüm eden ninniler söylemeli; nineler masallarını ve masal kahramanlarını şanlı geçmişimizin destanlarında aramalı; irfan yuvalarımız her vesileyle, şu muhteşem fakat tâlihsiz, şevketli fakat gadre uğramış milletimizin alabildiğine parlak ve fevvâreler gibi bulutlar arasında kendine yer aradığı dönemleri en heyecanlandırıcı üslûplarla dile getirmeli; edebiyatımız millî ruh ve millî düşünceyi işlemeli.. vaizler kürsülerde, hatipler minberlerde, konferansçılar geniş halk kitleleri karşısında bu millet gibi düşünmeli, bu millet gibi heyecanlanmalı, bu millet gibi konuşmalı, bu millet gibi sevinmeli ve bu millet gibi tasalanmalıdırlar.. tasalanmalıdırlar ki, bir zamanlar tabiî bilimlerden dinî ilimlere, tasavvuftan mantığa, şehircilikten estetiğe hemen her sahada varlığı didik didik eden dehâlarla; fıkıh ve hukuk üstatlarıyla; hayatlarını vicdan endeksli yaşamış, insânî normları aşan istidatlarla; muhakeme ve fetânet kahramanlarıyla ve sanat dâhileriyle her zaman çağının çok çok önünde yürümüş bu dünya, geçici bir aradan sonra yeniden bütün aydınlık ruh ve dimağlarını harekete geçirerek, bir ikinci veya üçüncü Rönesansı gerçekleştirsin.
İşte millet olarak bu manada bir diriliş için gayret göstermek, dinimizin bize yüklediği bir sorumluluk ve vazifedir.. “Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker – iyiliği emretmek, kötülükten menetmek” sözleriyle ifade ettiğimiz bir vazifedir. Lügat itibarıyle, “herkesçe bilinen, meşhur” manasına gelen maruf kelimesi, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği, uygun bulduğu ve akl-ı selimin de hoş ve güzel gördüğü şey demektir. Reddedilen ve kabul görmeyen, nahoş, sevimsiz, çirkin, insan tabiatına yabancı, tabiattaki dengeye muhalif ve teşriî emirler içerisinde kendisine açık kapı bulunmayan şeylere de “münker” denir.
“Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker” vazifesi varlığın yaratılış gayesine götüren bir yoldur. Zira, Peygember Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kâinat kendisi için yaratılan İki Cihan Serveri’dir. O’nun gönderiliş gayesi ise tebliğdir. Tebliğin özü de, “emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker”dir. Demek ki, bir manada varlık, bu iş için yaratılmıştır. Şüphesiz varlığın yaratılış gayesi olan bu iş, işlerin en önemlisidir ve her
Müslüman’ın yapması gerekli olan bir vazifedir.
Bu büyük vazife pek çok ayet ve hadisle te’yid edilmiştir. Mesela; “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun.” (Âl-i İmran, 3/104) “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder kötülükten men edersiniz ve Allah’a imanınız tamdır.” (Âl-i İmran, 3/110) ayetleriyle, “Ya marufu emredip münkerden nehyedersiniz ya da Allah sizin başınıza en şerlilerinizi musallat eder; sonra da ne büyüklerinize saygı gösterilir, ne de küçüklerinize merhamet edilir. O zaman en hayırlılarınız dua eder de kabul edilmez; istiğfar edersiniz, mağfiret olunmazsınız; yardım istersiniz de yardım gelmez.” ve “Ademoğlunun bütün sözleri lehine değil, aleyhinedir; ancak marufu emir, münkeri nehiy ve Allah’ı zikir müstesna..” hadisleri bunlardan sadece birkaçıdır.
Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’in her ayeti vecizdir; fakat, İbni Mesud Hazretleri’nin “Hayrı ve şerri bundan daha câmî (bir arada zikreden) bir ayet yoktur.” diyerek işaret ettiği, Nahl Sûresi’nin 90. ayeti, maruf ve münkeri hülasa eden, tek başına mücelletlere sığmayacak bir muhtevayı haizdir. Bu ayet-i kerimenin meali şöyledir: “Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsanı, muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder; hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.”
Bu ayet-i kerimede, umum maslahatları hasıl edecek üç emir sayıldıktan sonra, negatif planda esas alınan şeylerden ilk olarak fuhşiyat zikredilmiş. İhtimal, hem ferdî planda hem de toplum planında bütün münkeratın başlangıcını fuhşiyat teşkil ettiği için ona öncelik verilmiş.. insanın hayvani yanlarının öne çıkmasını, basın-yayın yoluyla, roman, hikaye ve şiir vasıtasıyla ortaya konan her türlü müstehcenliği ve bohemce hayatı da ihtiva eden fuhşiyattan sonra marufun karşılığı olan “münker”; yani, İslam’ın ve selim aklın gayri meşrû, kötü saydığı şeyler yasaklanmış.. üçüncü olarak da “bağy”; yani, insanın kendine zulmetmesinden, ana-babasına isyanına, devlete başkaldırıp toplum huzurunu bozmadan, Allah’ı inkara kadar geniş bir taalluk sahası olan azgınlık ve taşkınlık nehyedilmiş.. ve böylece, dini hayatın ancak bu şekilde gerçekleşeceği; bir millet dirilecekse ancak bu esaslarla dirileceği anlatılmıştır.
Bir başka ayet-i kerimede "Ey iman edenler, Peygamber sizi, din ve dünyanız itibarıyla dirileceğiniz şeylere dâvet ettiğinde, Allah ve Rasûlü’nün bu çağrısına icâbet ediniz!" (Enfâl, 8/24) buyrulmaktadır. Beşerin gerçek hayata ulaşması, hayatı bütünüyle duyup tatması için Allah ve Rasulü’nden gelen çağrıya hemen uyulması emredilmiştir. Bu emir öyle hassas ve önemlidir ki; bir gün, sahabe efendilerimizden Said b. Muallâ namaz kılıyorken Allah Rasulü (sallallahu aleyhi vesellem) onu çağırır. O da namazda olduğu için bu çağrıya icabet etmez. Rasul-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) “Seni çağırdım, niye koşup gelmedin?” buyurunca sahabi efendimiz “Ya Rasulallah, namaz kılıyordum.” der. Peygamber Efendimiz “Sen Cenâb-ı Allah’ın ‘İstecîbû lillâhi ve li’r-Rasûli izâ daâküm – Sizi çağırdığında Allah ve Rasûlü’nün bu çağrısına hemen icâbet ediniz.’ emrini duymadın mı? Çağrıldığında namazı dahi kesip peygambere icabet etmelisin.” der. İşte, marufa sahip çıkmak ve nehye karşı cephe almak da peygamber çağrısına icabetin ifadesidir ve hem fert, hem de cemiyet planında çok önemli bir mesele, farzlar ötesi bir farzdır.
Az önce de hatırlattığım ayette Allah (celle celâlühu), “Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz; iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i İmran, 3/110) buyurmakta ve hayırlı bir toplum olmanın yolunu göstermektedir. Ayette “Küntüm hayra ümmetin – Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz.” denmiş ve bir sonraki cümle mukadder suale cevap veren bir isti’nafî (başlı başına) cümle olarak söylenmiştir. İki cümle arasında tam bir münasebet (irtibat-ı kâmile) olduğu için cümleler arasına atıf edatı (bağlaç) konulmamış ve hemen ayetin “iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz ve Allah’a inanırsınız.” kısmı getirilmiştir.
Bu ayette kullanılan fiiller de süreklilik ve geniş zamana delalet eden bir kiple ifade edilmiştir. Yani, siz hem bugün, hem de yarın kendinizi marufu emretme ve münkerden nehyetmeye adamışsınız; onun için hayırlısınız, denilmiş ve bu şekilde hayırlı olmanın yolu da gösterilmiştir. İlmî keşifler, icadlar, sosyal ya da ekonomik sahadaki buluşlar.. bunlar çok önemli olabilir. Fakat hiçbir şey bu vazife kadar önemli değildir. Eğer onlar da bunun kadar önemli olsaydı, Allah (celle celâlühu) ilim ve teknolojiyle alakalı bazı peygamberler görderir; “teknoloji peygamberi, rönesans peygamberi, ilim peygamberi” filan derdi. Oysa ki, peygamberlerin vazife-i asliyesi, emr-i bi’l-ma’ruf, nehyi ani’l-münker olmuş; onlar, insanları tabiatlarında mündemiç bulunan duyguların tesirinden kurtarıp, ilahi tesir alanına yükseltmeye ve kalblerle Allah arasındaki cismaniyete ait, cismaniyetten kaynaklanan mania ve engelleri berteraf ederek Allah ile insan buluşmasını sağlama gibi mukaddes bir gayeyi gerçekleştirmeye çalışmışlardır.
Şimdi gelin tekrar kendimize dönelim. Evet, hicran duyma, içimizde burukluklar yaşama, milletimizin şu anki muhtaç ve düşkün halini hazmedememe.. bütün bu mülahazalar bizi, milletimizi doğrultup, onun ruhunun heykelini yeniden dikerek, onu tekrar özüne döndürmek için azim ve gayrete sevkediyorsa kıymetlidir. Kur’an’ın, emredilmesi gereken “maruf” ve kaçınılması icab eden “münker” olarak anlattığı hususlara riayet etmek suretiyle evvela asıl profili ikame etmek, milletimizin ruh heykelini dikmek ve sonra da bu mukaddes vazife ne kadar zaman, ne kadar cehd ve ne kadar gayret istiyorsa onu ortaya koymak gereklidir. İçimizdeki hüzün girdabı bizi bu uğurda müçtehidâne ve müceddidâne bir gayretle, hatta bazen peygamberâne bir azimle milletimize hizmete sürüklüyorsa o hüznün bir kıymeti vardır.
Bir milletin ruhunun heykeli ikame edilirken dikkat edilmesi gereken en önemli husus, o milletin özü, tabiatı ve millî karakterinin gözetilmesi ve korunmasıdır. O diğer bütün milletlerden farklı olabilir; fakat bu farklılığı, onun herkesle uyum içinde olmasına mani değildir. Bir ferdin herkesle iyi geçinmesi, onun kendi olarak kaldığı zaman bir kıymet ifade eder. Eğer o, kendine ait değerler açısından asimile olmuş, başkalarına karışıp tamamen onlara benzemişse, o zaman o şahsın iyiliği ve kötülüğünden, hoşgörü ve başkasını kabulünden bahsedilemez. Neyi hoş görecek, neyi olduğu gibi kabul edecek ki? O zaten diğerlerine iltihak etmiş, erimiştir onlar arasında. İnsan ancak kendisi olarak kalır, kendine ait hususiyetlerin hiç birinden taviz vermez ve fakat, herkese de sadrını-sinesini açabildiği kadar açarsa, yeryüzünde diyaloğa geçemeyeceği hiç bir fert kalmayacak kadar insanlığa açık yaşarsa, işte o zaman hoşgörüden ve başkasını kendi konumunda kabulden bahsedilebilir. Fert için geçerli olan bu husus millet için de geçerlidir. İşte gerçek ihya da budur. Ve Üstad, onu bir cümleyle ifade etmiştir: “Milletin ihyası ancak dinin ihyası ile olur.”
Evet, biz bütün himmet ve gayretimizi, negatif şeylerden rahatsızlık duyup ona-buna kızma, insanlara kin besleme ve bağırıp çağırma; böylece azmimizi ve dolayısıyla kendimizi tüketme istikametinde değil, problemleri tüketme yönünde kullanmalıyız. Biz, bir taraftan rahatsızlık duyduğumuz negatif şeylerden, bir taraftan da ümit emarelerini aldığımız bütün pozitif mülahazalardan beslenerek, iki kanaldan azmimize su taşıyarak bütün güç ve gayretimizi toparlayıp peygamberâne bir kararlılık içinde milleti ihyaya sarfetmeliyiz.
Bir hesabı olmalı milletimizin her ferdinin. Ülkesini ve milletini seven her şahıs “Ben şu kadar yatırım yaparsam, ortaya şu kadar enerji koyarsam, içinde bulunduğum çağda cereyan eden hadiselerin rüzgarını şu kadar arkama alırsam, hızımı şu kadar artırırsam, bu yolu şu kadar bir zamanda katedebilirim..” demeli ve bulunduğu konumda millî kalkınmanın bir yanını teşkil etmeli.. Mesela; bir öğretmen, bir öğrenciyi yetiştirmek, yani potansiyel insanı realite planında insanlığa yükseltmek için ne kadar zamana ihtiyaç varsa onu düşünmeli.. sadece öğretim açısından düşünecek olursanız: ilk ve ortaokul, lise, üniversite ve günümüzde önemli görülen bir master, doktora eğitimi.. öğretmen bütün bu süreci düşünmeli ve bir hayat boyu talebesinin önüne çıkacak hadiseleri daha en baştan hesap ederek onu hazırlamalı.. böylece milletinin istikbale yürümesinde onun da katkısı olmalı.
Bu meselede çok önemli bir husus da şudur: Milletimizin ihyası, diğer cankeş milletlerin de o halden sıyrılıp hayata yürümesi demektir. Türk milletinin dirilişi, geleceğin dünyasının yeniden şekillenmesi adına çok önemlidir. Hep arzettiğim bir hususa bağlayarak ifade edeyim müsaadenizle; Türk milletinin şuuraltı kredisi çok zengindir. Bu millet, dokuz asır İslam dünyasının hâmîsi olma gibi bir misyon eda etmiş ve bütün milletlerin şuuraltında öyle yer almıştır. Bazıları bunu kıskançlıktan ve hazımsızlıktan dolayı red ve inkar ediyor olabilir. Bazıları “Niye onlar, biz değiliz” diyebilirler. Sahabe-i Kiram Efendilerimiz Arap milleti olarak çok hızlı semere vermişler. Fakat bildiğiniz gibi o ihtişamlı dönemin hepsi otuz senedir. Emevi-Abbasi dönemini işin içine kattığınız zaman bu sürenin tamamı üç asır olur. Ondan sonra da Türkler devreye giriyor. Bize şeref olarak Efendimiz ve O’nun mesajına mazhar olmamız da yeter. Fakat içinden çıktığı millet olarak Araplar, “Biz dünyalara değer bir kıymete malik, şerefli bir milletiz.” deseler; bu söz doğrudur. İnsanlığın İftihar Tablosu onların içinden çıkmıştır. Fakat bu millet de diyebilir ki, “Evet o bizim Peygamberimiz, canlarımız O’na feda olsun, fakat Cenab-ı Hak bize de öyle mükemmel bir millet kökü vermiş ki, o tam dokuz asır Efendisinin bayrağını en yüksek burçlarda dalgalandırmış, İslam dünyasının hâmîsi olmuş.. sağdan-soldan, alttan-üstetten, Çin’den-Maçin’den, Hind’den-Yemen’den gelen saldırılara karşı dini siyanet etmiş.” İşte bu, bu gün olmuyorsa bile, gerçekleştiği dönemler itibarıyle şuuraltlarına inmiş, o milletlerin şuuraltı beslenme dönemlerinde zihinlerine adeta kazınmıştır ve zaten insaflı olanlar da bunu kabul ediyorlar.
Evet, bir gün bu millet silkinir, son metamorfozunu yaşar, kendisi ve özü neyse ona göre şekillenir ve ona göre inkişaf ederse, göklerde uçmak hakkıysa şayet.. bir tırtıl gibi ağaçların kabukları üzerinde gezme yerine kelebek olup uçarsa.. işte o zaman, başkasına benzemede ve münkerde onu taklit eden diğer milletler, iyilikte ve marufta da taklit edecek, bu milletin arkasına düşecektir. Dolayısıyla bu milletin dirilmesi, sadece bir milletin değil, aynı zamanda İslam dünyasının dirilmesi ve sonra bütün dünyanın dengelenmesi olacaktır. Zira, şu anda problem bir tane değildir. Bu millet bugün hem kendi yetimliğinin hüznünü, hem İslam dünyasının birbirine düşman olmasının ve dağınıklığının hasıl ettiği yetimlik hicranını ve hem de dünyada dengelerin bozuk olması yetimliğinin hasretini yaşamaktadır. Bütün bu yetimliklerin hepsinden birden sıyrılmayınca bu millet yetim kalmaya mahkumdur. Dolayısıyla bu milletin dirilmesi çok önemlidir.
Bazıları “Niçin meseleyi bu millete bağlıyorsun, bu ırkçılık değil mi?” diye itiraz edebilir. Oysa Anadolu öyle bir ırka irca edilecek bir milletten mürekkep değildir. Anadolu insanının kimi Laz, kimi Gürcü, kimi Kürt’tür. Bazıları Asya’dan gelmiş, bazıları Mezopotamya’dan, bazıları da Balkanlardan… ve bu farklı yerlerden gelen insanlar günümüzde aranılan millet evsafını haiz bir mozaik meydana getirmiş. Bugün Türkiye birbirine kenetlenmiş insanların meydana getirdiği şanlı bir millete beşiklik etmektedir. Ve ben milletimiz derken ırkçılık mülahazalarından bütün bütün uzak kalarak, Anadolu insanının tamamını kastediyorum.
Cenâb-ı Allah milletimizin her ferdinin katkıda bulunacağı böyle bir dirilişe bizleri muvaffak kılsın. Bu iş, bir takım işidir. Her fert kendi şahsı itibarıyla başarılı olamayabilir, düşüp dökülebilir. Fakat biz “Yâ Rabbi! Bizimkini imece usulü kabul buyur.” deriz. İçimizden biri cesurdur; diğeri zekidir, aklını iyi kullanıyordur, bir başkasında adanmışlık ruhu aşkındır; öbürünün görüntü ve temsili iyidir… Bir araya gelir, elele verir, nefislerimizi katıp karıştırırız. Nasıl ki, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) bazen az bir yiyeceği topluyor, mübarek ellerini onun üzerinde gezdiriyor ve o azıcık yiyecek yüzleri-binleri doyuracak bir keyfiyet alıyordu. Birkaç insana ancak yetebilecek kadarlık bir yemekle binlerce insan doyuyordu. Biz de elimizde neyimiz varsa onu samimiyetle ortaya koyar, milletçe elele verir ve ellerin en güzelinin bizim üzerimizde de gezmesini bekleriz. Cenâb-ı Hak da murad buyurursa bizim o beraberliğimize bir kutbiyet, bir gavsiyet ihsan eder. Dolayısıyla, bizim dirilişimiz bir takım çalışmasına vâbestedir.