August 6, 2020

Kardeşlik

Vifak ve ittifak, tevfîk-i ilâhînin (Allah’ın müminleri başarılı kılmasının) çok önemli bir vesilesidir. Vifak, aynı çizgi üzerinde birleşme; ittifak da bu birliğin insan ruhunda tabiat haline gelmesi.. yani insanların, anlaşıp bütünleşerek onu, tabiatlarının ayrı bir derinliği ve ayrı bir buudu haline getirmeleri demektir. Ve öyle inanıyorum ki, bu birlik ve beraberlik ruhu, Cenâb-ı Hakk’ın tevfîkini yâr etmesi adına “Mecmuatu’l-Ahzâb”ı günde bir-iki defa hatmetmekten daha çaplı bir dua ve bir münacâttır. Vifak ve ittifak içinde birbiriyle bütünleşmiş ve tek vücut haline gelmiş insanların ruh ve gönlüne Cenâb-ı Hakk’ın nusret ve yardım eli uzanacak ve onları hep müspete, güzele ve doğru yöne çevirecektir.

Bu hususta “hissî kardeşlik” önemli bir esastır; ancak yeterli değildir. Uhuvvet ve ittifak mevzuu hissîlikten daha çok irâdîdir; gerçekleşmesi için de karar, azim ve gayret gerekir. Müminlerin birbirini sevmesinde esas olan, hissîlikten öte vahdet-i itikad’ın vahdet-i içtimaiyeyi iktiza etmesine bağlı mantıkî kardeşliktir. Bundan dolayı Bediüzzaman Hazretleri, bize meselenin daima mantıkî yönlerini ve dinamiklerini göstermiştir. Mesela; “Hâlikınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir.. bir bir.. bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir.” demiştir.

Dinimizin bütün emirleri, bir yönüyle, böyle bir “vahdet-i rûhiye”yi hasıl etmeye matuftur. Mesela, namaz bizi günde beş defa birlik kubbesinin altında bir araya getirir. Önce gelen önde durur, sonra gelen arkada.. bazen arzu etmediğimiz bir insanla yan yana namaz kılma mecburiyetinde kalabiliriz. Fakat orada kavgaları, küskünlükleri unuturuz. Saf tutarken topuklarımız, dirseklerimiz birbirine değer, omuzlarımız birbirini zorlar. Kollarımızı yanımızda duran insanın hatırına biraz içeriye çekeriz. Alnımız seccade ile öpüşürken, kollarımız da kardeşlerimizle sarmaş dolaş olur… diğer bir kardeşimizin kokusunu duyarız, o da bizim kokumuzu duyar. Rahatsız olacak yanlarını görürüz, o da bizim rahatsızlık verecek yanlarımızı görür. Bütün bunlar, yanında durduğumuz şahısla aramızda manen bir kısım iç ittisaller (temas, yakınlık), iltisaklar (birleşme) meydana getirir. Yani bizim farkedemeyeceğimiz ruh iltisakı, kalb ittisali olur. Fakat en azından, yanımızda duran insanın, kaçacağımız, uzaklaşacağımız birisi olmadığı hissi meydana gelir gönlümüzde.

Sahuru ve iftarıyla, maddî-manevî güzellikleriyle bütün inananlarla beraber neşvesini duyduğumuz Ramazan orucundan, fakir-zengin arasındaki çok önemli bir köprü olan zekata.. ondan da kendi beldemizdeki mescidimizin büyümüş hali olan Mescid-i Haram’da daha büyük cemaat halinde dünya insanlarıyla bir araya gelme, ayrı ayrı renk ve ırktan insanlarla aynı mescidin kubbesi altında toplanma, aynı çadırın altında bulunma, Metaf’ta beraber yürüme, Kabe’yi omuz omuza tavaf etme, mes’ada yan yana koşma, beraberce Zemzem kuyusuna inme, tanımadığımız bir kardeşimizin kullandığı tası kullanma, onun su içtiği musluktan içme.. birlik ve beraberliğini hasıl eden hacca kadar bütün ibadetlerimiz bizi beraber yaşamaya çağırmakta ve alıştırmaktadır. Evet, İslam’ın temel disiplinlerindeki espri kavranacak olursa, yolların hep vahdeti gösterdiği, birlik ve beraberliğe işaret ettiği anlaşılacaktır.

Birbirimizle İmtihan

İşte, temelinde bu espri olan İslamiyet’i yaşarken bizim de, o birliğe ulaştırabilecek tavır ve davranışları iradî olarak sergilememiz lazımdır. Unutulmamalıdır ki; biz başka vesilelerle olduğumuz gibi birbirimizle de imtihan oluyoruz. Yani, Cenâb-ı Allah bizi bir kısım hadiselerle ve şerirlerin şerleriyle imtihan ettiği gibi kendi kardeşlerimizle de imtihan ediyor. Kur’an-ı Kerim de, "..Biz onların bir kısmını diğerleriyle imtihan ettik.." (En’am, 6/53) buyuruyor. Öyleyse biz, diğer müminlerle aramızdaki her münasebeti imtihanın ayrı bir yönü olarak ele almalı, bütün menfî duygu, düşünce ve tavırları imtihan unsurları olarak görmeliyiz.

İnsan bir imtihanda olduğunu daha baştan kabul etmezse, en yakın daireden küfür dairesine kadar herkesin onunla uğraştığına, elini attığı her dalın kırılıp her yerin sarsıldığına, herkesin ona karşı düşman vaziyeti aldığına inanır. Oysa, bunların birer imtihan vesilesi olduğunu kabul etse, o türlü bütün mülahazalar eriyip gidecektir. Sürekli şoku yaşanan çirkin yüzlü toslamalar gayet mûnis, inşirah veren hadiseler haline gelecektir. Ama biraz katlanmak gereklidir.

Bizler beşeriz, dolayısıyla bir kısım kusurlarımızın olması gayet normaldir. İnsanları teker teker deşeleseniz; az konuştursanız, bir psikanalize tâbi tutsanız, hemen herkesin kendi arkadaşlarına karşı neler neler döktürdüğünü görürsünüz. Bu beşer tabiatında vardır. Onun için, biraz sadrı geniş, sinesi yumuşak bir insan olmaya çalışmalı. Önüne çıkan dağları tepeleri aştığı gibi dost ve arkadaşlarının kusurlarını da kulluk yolundaki akabeler olarak görmeli ve onları da sabır, hoşgörü ve hilmin kanatlarını kullanarak aşmaya gayret göstermelidir.

İnsan ebedî saadete talip olduğundan, en başta şunu düşünmesi gerekir: Biz ucuz bir şeye değil, ebedî saadete talibiz. Üstad Hazretleri’nin Yirminci Mektup’ta verdiği ölçüler içinde “Dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatına; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna” talibiz. İşte, ardına düştüğümüz hedef bu kadar pahalı olunca, o hedef nisbetinde de ceremeye katlanmamız, mağrem altına girmemiz iktiza eder. O büyük hedefe yürüdüğümüz yolda birer tepe şeklinde önümüze çıkan sevmediğimiz tavır, söz ve davranışları o kutlu hedef hatırına baştan kabul etmek, imtihan vesilesi bilmek ve güzel huyla onları aşıp tekrar yola koyulmak gerekir.

Öyleyse, keşke insanların kusurlarından daha çok, iyi yanlarını görüp takdir edebilsek.. Keşke başkalarının hatalarına karşı gözsüz, kulaksız ve dilsiz olabilsek de o kusurları görmesek, duymasak ve dile dolayıp mukabelede bulunmasak.. ve Allah’ın bizi affettiği, Peygamber’in affa âmâde olduğu ve bazı has kulların affetmeyi tabiat haline getirdiği gibi bizler de herkesi affedebilsek.

İslamiyet, insanların kusurlarını araştırmamayı, gayr-i ihtiyari gördüğümüz zaman da göz yummayı ve onları affetmeyi sadaka saymıştır. Affı esas alan insanları sena makamında Kur’an-ı Kerim: “O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkeyle yutkunur ve insanları affederler.." (Al-i İmran, 3/134) demektedir.

Güzel Ahlak

İnsanın öfkeleneceği, dolup taşacağı anlar da mutlaka olur. O esnada insanın öfkesini yutması, dince çok önemli bir vasıf sayılmaktadır. Bir taraftan insanların kusurunu affetme, bir taraftan da öfkelenip köpüreceği yerde dahi köpürmeme, sabırlı ve mülayim davranma bir mümin sıfatıdır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Müminlerin en kamil ve olgunu ahlak bakımından en güzel olan, başkalarıyla en iyi geçinendir” buyurmuş ve bize affetmeyi de ihtiva eden güzel ahlaklı olma yolunu göstermiştir. Evet, “Ahlak iledir kemâl-i âdem, ahlak iledir nizam-ı alem.”

Güzel ahlakla donanmış bir sîne, ihtimal cehenneme konsa bile tavrını değiştirmez. Orada da hilm ü silm çizgisinde yaşar, zebanilerle hasbihal eder, başına gelenleri geniş bir yürekle karşılar. Güzel ahlaka açık bir gönül geniş bir mekana benzer ki, dünya kadar gaile dolsa da o, yine öfkesini, şiddetini gömebilecek bir yer bulabilir. Huyu kötü, sinesi de dar kimselere gelince onlar, kargadan bile aptal öyle “Kâbil” lerdir ki, koskocaman arzda bile kötü duygularını, hiddet ve nefretlerini gömebilecek bir mezar bulamazlar.

Huyu güzel olanın her yanı güzeldir. Fakat, huy güzelliği, huysuzlukla test edilmelidir. Bir insan huysuzluk karşısında da tavır değiştirmiyorsa, yani çevresindekiler akrep ve kobra bile olsa, onlara da adab ve erkan öğretmeye çalışıyorsa, o güzel huyludur. Mümin, taşıdığı yüksek karakteri ve yüce ahlakıyla çıyanların bulunduğu yere konulsa dahi onlara da insanî âdab ve erkân öğretmeye gayret etmelidir. İyi insanlarla geçinmek kolaydır. Maharet en kötü insanla veya kötü gördüğümüz insanla da daima iyi münasebetler içinde bulunmaktır. İşte, Cennet’in kapılarını açan sırlı anahtar da budur.

Bir diğer önemli husus da, Uhuvvet ve İhlas risalelerinde üzerinde durulan “Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmek”düsturudur. Arkadaşların meziyetleriyle şakirane övünme, yani birinin ortaya koyduğu başarıyı önce “Elhamdü lillah..” diyerek Allah’a verme, daha sonra da o başarı kendi eliyle gerçekleşmiş gibi sevinme bir ihlas emaresidir. Mesela; bir arkadaşımız güzel yazıyor, diğeri güzel konuşuyor.. bir başkası da hem güzel konuşuyor, hem güzel yazıyor olabilir.. Cenab-ı Hak hem konuşma vermiş ona, hem kalem vermiş; duygularını, düşüncelerini oturup irticalen anlatırken de güzel anlatıyor, kaleme dökerken de kusursuz döküyor. Bu durumda bize düşen o arkadaşımız adına sevinmek, sevinip takdir ettiğimizi söylemektir. İcabında hem de kulağına gidecek şekilde söylemek gerekir. Gıybet etmeyiz, Allah için söyleriz; onun hakkında bir takdir ifadesi olarak dile getiririz. Şakirane şükretmeye zorlarız kendimizi ve aynı zamanda nefsimizi başkalarının başarı, kabiliyet ve istidatlarını kabule alıştırırız. Bu bir tür rehabilitasyondur. Bu kabulümüzü bir defa söyleriz, bir başka fırsatta yine söyleriz. Belki başlangıçta nefislerimizin tepkileri olur, takdir hissi içimizden gelmeyebilir; fakat yine de her fırsatta sadece sözle de olsa nefislerimize rağmen bu kabul ve takdiri söyler, zamanla yalancı çıkmamak, kendi kendimizle çelişki yaşamamak için kendimize de kabul ettiririz.

Mesela; bir arkadaşımızın Kur’an okuması çok güzel, vazifelerini yerine getirmesi arızasız ve kusursuz, Allah karşısında duruşu da mükemmel olabilir. Bu hal, duruşunu o ölçüde ayarlayamamış bir insanı kıskandırabilir; ya da ona “Bu ne güzel bir arkadaş, keşke ben de böyle olsam.” dedirtir. Kıskançlık ya da gıpta.. Peygamber Efendimiz, Allah yolunda istifade edilen ve başkalarına da faydalı olan ilim ve bir de Allah yolunda bezledilen malı gıpta mevzuu olarak saymıştır. Yani, böyle bir ilme ve öyle bir mal verilmesine gıpta edilebilir. İşte bir mümin, kardeşindeki bir fazilete karşı belki gıpta edebilir ama hased ve gıybetlere götürecek bir kıskançlığa asla düşmez. Bu durumda yapılması gereken şey –az önce de ifade edildiği gibi–, “Allah keşke beni de o arkadaşım gibi yapsa..” diyerek takdirimizi bir dua şeklinde ortaya koymaktır. Bu takdirin bizzat o arkadaşımıza karşı ya da gıyabında olsa da ona ulaşacak şekilde söylenmesi de önemlidir. Çünki bir sahabî “Ben falan arkadaşımı seviyorum Ya Rasulallah!” deyince Rasul-i Ekrem “Git, ona sevdiğini söyle.” buyurmuştur. Bizden o arkadaşımız hakkında hep olumlu şeyler sadır olunca, o da bize karşı ters davranmayacaktır. Bir, iki, üç, dört, beş.. gizli-açık, bizden hep takdir ve kabul görünce, o da nihayet bize gönlünü açacaktır.

Bu sözlerimle yapmacık hal ve davranışlara girmeye teşvik ettiğim katiyen zannedilmesin. Başta da ifade ettiğim gibi kardeşlik mevzuu iradîdir ve sağlam bir uhuvvetin gerçekleşmesi için herkesin irade, azim ve gayretine ihtiyaç vardır. İnsan kendi nefsinde bin tane kurt taşıdığı mülahazasıyla kendi elini-kolunu, dilini-dudağını bağlamalıdır ki başkalarına zarar vermesin. İnsan, kurttan daha yırtıcı bir nefis taşıdığını hesaba katmalı.. kardeşi hakkında -az önce misalleri verildiği gibi- tahşidât yapmalı, el, dil, onur, haysiyet ve şerefini bağlamalı, ipotek etmelidir. Siz biri hakkında elli defa “Mükemmel bir dost, çok güzel konuşuyor, iyi yazıyor, oldukça başarılı ve dahası çok muhlis.” demişseniz; bir süre sonra “O gayet aciz, beceriksiz, zavallı, yüz karasının tekidir…” şeklinde nasıl konuşabilirsiniz? Size demezler mi, “Şimdi sen yüzkarası bir insan oldun. Senin hangi sözüne güvenelim ki?” Evet, insan bağlamalı kendini. O mevzuda aksine fikir beyan edemeyecek şekilde nefsini ipotek etmeli. Sözünün rehini olmalı.

Arkadaşları Sorgulama

Evet, bu meselenin üç buudu vardır: Birincisi, Biz kardeşlerimizle bile imtihan oluyoruz. Bu baştan kabul edilmeli ve imtihanı başardığımız zaman Allah Teâlâ’nın kalblerimiz arasına sevgi köprüsü kuracağı bilinmeli. Bir imtihan geçiriyoruz.. bu imtihan belki bizim sabır, hoşgörü ve tahammülümüz neticesinde lehimize sonuçlanacak.. ve derken bizim arzu ettiğimiz şeyi Cenab-ı Hak yaratacak, bir irtibat meydana getirecek kalbler arasında. İkincisi: Bu neticeye ulaşmak için her fert kendine düşeni yapmalı, başkalarını takdir ve kabul etmeli. Üçüncüsü de, bu takdir ve kabulünü ister kendisine söylemeli, isterse de gıyabında ama kardeşinin kulağına gidecek şekilde dile getirmeli ve böylece fert kendisini bağlamalı, bu hususta nefsini ikna etmeli.
Bir de bu meselenin negatif yönü yani, arkadaşlarımızı sorgulama hususu vardır. Eğer hatırımızı sayıyorlar ve sözlerimizi kaldırabiliyorlarsa, yüzyüze geldiğimizde onlara eksik ve hatalarını söyleriz. Bunu yaparken de, gurur ve çalımdan, el-ayak hareketleri ve mimikler gibi Allah’ın sevmediği şeylerden kaçınmaya dikkat ederiz. Dolayısıyla onlara bir şey anlatırken kalblerinin buna tepki göstermesine meydan vermeyiz. Eğer doğrudan söyleyemeyeceksek bir topluluk içinde ortaya konuşur, onun da kendi payını almasını umarız. Ama katiyen hiç kimsenin hiçbir yanlışını gıyabında konuşamayız. Birisi hakkında alaylı ve tenkit ima eder şekilde “Falan mı? Hâ!” dememiz, göz ucuyla onu işaret etmemiz bile mümince bir tavır değildir.

Kur’an alaylı bir işareti bile gıybet sayıyor; “Veylün likülli hümezetin lümezeh – Vay haline her türlü hümeze ve lümezenin; yani, insanları arkadan çekiştiren, küçük düşüren, kaş göz hareketleriyle alay edenlerin!” diyor. Evet, birinin paltosunun uzunluğunu-kısalığını bile serrişte etmeyi din gıybet sayıyor. Ve bu gıybeti bir hadis-i şerif en yakın mahremiyle zina etme ölçüsünde büyük günah olarak anlatıyor. Kim bu kadar alçalabilir ki?. Şimdi hem bir taraftan “kardeş” diyeceksin, bir taraftan da en ufak bahanelerle tenkit ve gıybetlere gireceksin. O insan, sevgi adına kulağına giden şeylerle sana karşı nasıl ciddi bir alaka duyacaksa, bu çirkin söz ve tavırları duyunca da ciddi bir öfke ve kin hissine kapılacaktır. Daha sonra iyi şeyler söylesen bile, “Acaba ne mülahazası var?” diye kuşkuyla karşılayacaktır sözlerini.

İnsan daha baştan diline kilit vurmalı, hiç bir kardeşi hakkında gıyabda konuşmamalıdır. Birini çekiştirmek, birinin gıybetini etmek çok kötüdür. İnsan sonuçta özür dileme mecburiyetinde kalacağı bir işi yapmaktan daha işin başında uzak durmalıdır. Fakat bir şekilde bu günaha girmişse; birine iftira etmiş; birini çekiştirmiş; birine, duyduğu zaman rencide olacağı bir şey söylemişse, bu çirkin işi bir daha yapmaması için hemen ilk karşılaşmada gıyaben ne demişse yüzyüzeyken de aynı şeyleri söylemesi, o sözlerin ağırlık ve mahcubiyetini yaşaması ve pişman olarak bir daha aynı çirkinliğe düşmemek için azmetmesi gereklidir. Bazen “Senin hakkında böyle bir şey demiştim.” dediğiniz zaman karşı tarafın gönlünde bir ukde hasıl olabilir. Öyleyse, neticede gidip “hakkını helal et!” diyeceğimiz, muhatabımızın içinde bir ukde hasıl edecek sözlere karşı baştan tavır konmalı ve gıybete karşı ağza fermuar çekilmelidir.

Gıybet

Bir insan hakkında söylenen “aval aval yüzüme baktı..” demek kadar da olsa duyduğu zaman muhatabın hoşuna gitmeyecek bir söz gıybettir ve haramdır. Yalan söylemek, zina etmek, hırsızlık yapmak ve namazı terketmek gibi haramdır. Fakat ne tuhaf ve acıdır ki, bazı insanlar “…dine ve millete hizmet” diyor; “…burada bulunayım, bu arkadaşlarla oturup kalkayım da sevap kazanayım.” diye düşünüyor ama böyle çirkin bir günaha girmekten kendini korumuyor. Aslında bu tavır dinin bir yanını kabul edip gereğini yapma; diğer bir yanını arkaya atma demektir. Kur’an-ı Kerim iman kalbinde oturaklaşmamış bazı insanlardan bahsederken “bazısına inanıyor, bazısına inanmıyorlar” demekte; onların dinin bir kısım emirlerini uygulayıp, diğer bir kısmını görmezlikten gelmelerini tenkit etmektedir.
Diğer taraftan, bizzat bizim vazifemiz değilse, başkalarının eksik ve hatalarını görmeye, onları dile dolayıp vazgeçirme tenbihlerine girmeye hakkımız yoktur. Mesela, arkadaşlardan bazıları hasır ve kilimleri evlerinden toplayıp lüks halılar sermiş olabilirler. Bazıları tahta kanepelerini atıp lüks koltuklar almış olabilirler. Aslında, bizim seviyemizde bir hayat sürenler için bunların hiçbiri haram değildir. Yani, halı sermek de, koltuk koymak da haram değildir. Hasırın üzerinde yatma-kalkma, başını bir tahtaya koyup uyuma bir çeşit zühd olabilir. Hatta, o insanın tabiatından kaynaklanmıyorsa, elâleme caka yapmaya ve riyaya sebep oluyorsa şahıs hakkında çok tehlikeli bir şey de olabilir. Şimdi hiç kimse kalkıp da “Ooo hocam! Sizin dediğiniz o insanlar eskide kaldı, o çamlar çoktan bardak oldu. Eskiden millet hasırlarda oturuyordu, şimdi kanepelerde, halılarda oturuyor falan…” diyemez. Hasırı, kanepeyi halı ve koltukla değiştiren adamın yaptığı iş haram değildir. Fakat diğerinin yaptığı bu tenkit ve gıybet kat’i haramdır. Bu mesele karşısında, “Artık halılarda oturuyor; kanepeleri de değiştirdi, artık o tefessüh etti” demek gıybettir ve katiyen haramdır.

Bir insanın iki-üç kat elbisesi olabilir. İhtiyaç harici eşya bir yönüyle israftır, bir yönüyle de israf değildir. Biz o insanın niyetini bilemeyiz ki; maslahatı icabı, her dışarı çıkışında farklı bir elbise giymeyi düşünüyordur.. belki “Benim şahsımda din-i mübîn-i İslam’ı görüyorlar; dinimi iyi temsil etmem için bugünün anlayışına göre şık olmam da gerekli.” diyordur. Yani, belli mülahazaları vardır eda ettiği vazife adına. İşte gardrobu kat kat elbiseyle dolu olan insanın o hali haram değildir; belki, küçük bir israftır. İsraf bile kendi arasında aynı seviyede değildir; farklı farklıdır. Onun bu haline kat’i olarak “haramdır” diyemeyiz. Fakat başka birinin “gırtlağına kadar israf içinde yaşayan adam” şeklinde onu kınamasının kat’i haram olduğunda şüphe yoktur.

Müttakiler dairesi saydığımız hizmet insanlarının her zaman içtikleri kevser, kokladıkları kâfur olması lazım gelirken, onlar da bazen çok çirkin düşünceler içine düşebiliyorlar.. ve kevser içeceklerine zakkum yudumluyorlar hiç farkına varmadan. Oysa ki, oturup kalkıp kâfur koklamalı, kevser yudumlamalı ve Cennetlikler gibi yaşamalı.. kimseyi ama hiç kimseyi çekiştirmemeli. Biri bize elli defa kötülük yapsa, onun kötülük yapması, bizim de kötülükle mukabelede bulunmamızı meşrû kılmaz. Kötülük zatında kötüdür. Biz maruz kalsak da kötüdür, kalmasak da. Bediüzzaman, “mukabele-i bi’l-misil” için “kâide-i zalimâne” demiştir; kötülüğe kötülükle karşılık vermek zalimce bir tavır sergilemektir.

Dinin mehâsin-i ahlak ile mütehallik olma ve mesâvî-i ahlaktan ictinab etme ile ilgili emirleri tatbik edilse; kötülüğe iyilikle mukabelede bulunma.. en kötü insanlarla bile iyi geçinmesini bilme.. kobralara insanca yaşama adabını, erkanını öğretme.. akreplere insanları ısırma usulünü unutturma… yolu bulunmuş olacak ve vifak ve ittifak tam sağlanacaktır. Bugün insan en vahşi hayvanları dahi terbiye edebilmektedir. Oysa terbiyeye en müsait varlık ademoğludur. Problemler karşısında her fert kendini gözden geçirse, başkasından hatasını anlayıp dönmesini bekleyeceğine kendisi örnek bir davranış sergileyip meselenin halline çalışsa, problem yarı yarıya azalmış hatta çözülmüş olacaktır.

Hakiki müslümanlık anlaşılıp ciddiyetle yaşandığı zaman herhangi bir problem olacağına inanmıyorum. Müslümanlar fert fert ağızlarına, göz ve kulaklarına giren her şeye parola sorduğu zaman hiç bir içtimaî problem kalmayacaktır. Allah vifak ve ittifakı nasip edecektir; yeter ki her bir mümin “Cennete girmek istersen incitme cânı!” sözüne uygun yaşasın.

Herkul | 03/06/2002. | KIRIK TESTI

👉 Kanalımız