August 6, 2020

Canlı ve Zinde Kalabilmek

Cenâb-ı Allah’ın küllî iradesinin bitki ve hayvanlardaki bir tür tecellîsi olan tabiî insiyaklara (sevklere) mukâbil âdemoğluna cüz’î irade verilmiştir. Onun yönelişleri hep iradî olmalıdır. İnsanın dinî hayat adına canlı ve zinde kalması, şevk ve heyecanını yitirmemesi de herşeyden önce iradesine bağlıdır. Yani onun, iradesini kullanarak “Şu kadar evrâd-u ezkâr okumalıyım; benim canlılığım başkalarını hayata kavuşturmaya bağlı olduğuna göre, sürekli Hızır gibi koşup dört bir tarafa hayat üflemeliyim” demesi ve bu istikamette yaşaması lazımdır. İnsan kendi nefsiyle başbaşa kalır, iradesinin hakkını vermezse hiç olmayacak hobiler içine girer ve dini bir kültür olarak yaşamaya başlar. Atalarından tevarüs ettiği (miras yoluyla aldığı) bir kültür gibi “bizim namaz, bizim zekat” deyip onları hafife alma gibi bir lâubaliliğe düşer; ibadetleri vicdanında derinlemesine duyarak eda edemez. Eğer bir mü’min “Allahım, sabah namazını kaçırmaktansa emanetini al.. bu gün sabah namazını kaçırmış bir münafık olarak bu güneşten istifâde etmeyi düşünmüyorum.” diyecek kadar kulluk vazifesinde hassas davranmıyor, bu yakarışı içinde derince duymuyorsa; din, onun için sadece bir kültür manasına geliyor demektir. Maalesef bugün din, Arap aleminde de, Türk dünyasında da kültür olarak tevarüs edilen gelenekler görenekler gibi şuursuzca yaşanmaktadır.

İnsanın, dinî vecîbelerini şuurluca eda edebilmesi kendi ısrarına, kendi gayretine bağlıdır. İbadet u tâat, tabiatının bir yanı haline gelince insan biraz rahatlar; ama yine de dinî hayat açısından solmama, renk atmama ve zinde kalma irade ister, niyet ve azim ister. Mesela, sürekli başkalarının uhrevî hayatı adına projeler ortaya koymak aynı zamanda bizim canlı kalmamızın da şartıdır. Başkalarının ebedî kurtuluşuyla uğraşmayan insanın burada canlı kalması ve ötede de kurtulması çok zordur. Öyleyse, acaba biz her fırsatta bir kaç arkadaşımızla müzakereye girip kalb hayatımız için hava ve su kadar ehemmiyetli meseleleri mütalaa ediyor muyuz? İslam’ın hayat bahşeden mesajına muhtaç birkaç insana bir şeyler anlatma gayreti var mı içimizde ve bu uğurda her gün bir şeyler ortaya koyuyor muyuz? Oysa, “Ne yapsam da şu insanların ruhuna girip Rabbimi onlara duyursam.” duygusunda olmayan bir mü’minin pörsüyüp solması mukadderdir.

Dinî şevk ve heyecanımızın devamı için evrâd-u ezkâr çok önemlidir. “Ey bizim Kerîm Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma.” şeklindeki Kur’an-ı Kerîm’den, Peygamber Efendimiz’den ve selef-i salihînden öğrendiğimiz duaları devamlı tekrar etme ve ayaklarımızın kaymaması hususunda Cenab-ı Hakk’a sığınma diğer bir önemli faktördür. Kalbin istikameti için kavlî, fiili ve hâlî ciddi bir gayret içinde olmak; inhiraflara, sürçüp düşmelere karşı daima temkin ve teyakkuzda bulunmak lazımdır. Üstad Hazretleri Ondördüncü Nota, Üçüncü Remiz’de insan mâhiyetine konan mânevî cihâzât ve lâtifelerin faklılığından; bâzılarının dünyâyı yutsa doymayacağı; bâzılarının da bir zerreyi dahi kendinde barındıramayacağından bahsediyor. Başın bir batman taşı kaldırdığı halde, gözün bir saçı bile kaldıramadığı gibi; bazı lâtifelerin, bir saç kadar bir sıklete, yâni gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamayacağını ifade ediyor ve “Mâdem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işâret ve bir öpmekte batma!” diyor.

Evet, bazen bir lokma, bir dâne, bir öpme ya da bir bakma insanı batırabilir. Bazen bir bilgisayar ekranı, bir telefon âhizesi kalbin ölümüne sebep olur da insan farkına varamaz.. Meşrû dairedeki lezzetler keyfe kâfî iken ve gayr-i meşrû dairede, bir zevk içinde binlerce elem bulunuyorken bu hakîkati görmezlikten gelme kalbi ölüme sürükler. Bazen şahsın içinden gelmeyen, riyakarca bir kelime onu manen öldürür. Riyakarca ağlama, “desinler”e gülme, “görsünler” düşüncesiyle bir davranışta bulunma kalb ve ruhu felakete sürükler. Hak edilmeyen haram bir lokma, o lokmayı yiyenin gönül dünyasını mahveden bir zehir oluverir. Kendi hakkı olmayan bir yerde, bir başkasının seccadesinde izinsiz namaz kılmak bile kalb binasının bir tuğlasını düşürebilir. Öyleyse, pörsümekten, renk atmaktan korkanların bunlara dikkat etmeleri zarurîdir. Bu kadar dikkatli yaşamayan bir insan İslam adına sürekli bir heyecan yaşamıyorsa, sadece nefsini levmetmeli; yorgunluk ve bitkinliğinin sebeplerini, ihmal ettiği bu hususlarda aramalıdır. Kur’an’ın ifadesiyle, şeytan bile; “Fe lâ telûmûnî ve lûmû enfüseküm – Beni ayıplamayın, kendi nefsinizi kınayın.” diyor. Yani, “Herşeyi bana atfederek beni suçlayacağınıza kendi nefsinizi levmedin. Benim istediklerimi size yaptıracak bir gücüm yoktu. Ben sizi sadece çağırdım; siz de hemen çağrıma icabet ettiniz. Siz kendinizi ayıplayın.” diyor.

Evet, insanda bazı lâtifeler vardır ki, bir ihmal ya da hata neticesi sönebilir. Söndükten sonra tekrar dirilirler mi bilemeyeceğim. Bazen “Kellâ bel râne alâ kulûbihim mâ kânû yeksibûn – Hayır, gerçek şu ki, yapageldikleri kötü işler onların kalblerini paslandırmıştır.” hakîkati tecellî eder de kalb mühürlenir. O zaman bu lâtifeler hiç dirilmez. Ve şayet onlar insanın solmaması, renk atmaması, aşk ve heyecanını koruması için birer esas ise, insan o dinamikleri kendi içinde öldürmüş olur. Bir kere büyük günah işleyen bir adam -hafizanallah- bir yönüyle bir kolu, bir ayağı felçli gibi olur. Hayat boyu seke seke, kolunu sallaya sallaya dolaşmaya mahkum hale gelir. Bir kafir müslümanlığa girdiğinde iman, küfre ait herşeyi siler, süpürür ve temizler. Fakat imanlı yaşayan bir insanın bu türlü hataları yapması harem dairesinde hata etme demektir. Dolayısıyla bu hizmetin yüksek kulesinin başından düşen de düz zemine düşmez; onun derin bir kuyuya düşme ihtimali vardır. “Bi hasebi’l mağnem, el mağrem” kaidesince ne kadar ganimete mazhar isen o meselenin o kadar ceremesi olur. Müslüman olmamız hasebiyle, bizim belki pek çok mazhariyetimiz vardır. Bu mazhariyetler şükür ister. O mazhariyet şayet bir “konum”sa ona göre bir duruş ister. O konumun gereğini yapamazsak sukût olur. Sukûtun en hafifi de renk atmak, matlaşmak, bütün şevkini kaybetmek; başlangıçtaki heyecanı duyamamaktır.

Cenab-ı Hak, “Evfû bi ahdî ûfi bi ahdiküm – Bana verdiğiniz sözü tutun ki, Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim, va’dettiklerimi vereyim.” buyuruyor. Allah (celle celâluhû) bizimle mukaddes bir anlaşma yapmıştır. Ne talihliliktir ki, bizi anlaşmaya, sözleşmeye muhatap kılmıştır. İman, o muahede (anlaşma) de zımnî bir imzadır; Allah’la aramızdaki mukaveleye “evet” demektir. Yüce Allah bu muahedeyi asla bozmaz. Sözünde durmama tek yanlıdır ve biz kullara aittir. Biz verdiğimiz sözde vefalı olduğumuz müddetçe O bizi yalnız bırakacak, sürüm sürüm süründürecek değildir. Sürüm sürüm olmanın ilk alâmeti de matlaşma, renk atma ve heyecan kaybetmedir. Bu durum bizde varsa, biz va’de vefalı olmamışız; O da bizi nimetlerinden mahrum bırakmış demektir.

Sözde durmamanın alâmetleri vardır. Nefsiyle alâkalı bir meselede kalbi duracak gibi olan ama Allah, Peygamber ve din ile ilgili hususlarda hiç heyecanlanmayan bir insan va’dini unutmuş; öne çıkarması, öncelik vermesi gereken hususları arkaya atmış demektir. Allah’ın inkar edilmesi, Peygamber’e sövülmesi karşısında kalbi duracak gibi olmayan bir mü’minin, putlaştırdığı nefsine azıcık ilişildiğinde heyecanından çatlayacak hale gelmesi, va’dinden dönme ve açık bir nifak alameti değil midir? Şahsına ait bir meseleden, izzetini, gururunu kıracak bir ilişmeden dolayı “kan kustum” diyor ve fakat Allah’ın inkar edildiği, Peygamber’in tanınmadığı bir yerde aynı hisleri yaşamıyorsa bu durumda bir yanlışlık yok mudur? Evet, solma, matlaşma bize aittir; -Hâşâ- onu Allah’tan bilmek asla doğru değildir. İnsan, ülfete karşı savaşmalı; ünsiyetle yaka paça olmalıdır. Hobiler yaşamaya değil; sorumluluğunu duymaya ve kendisine tevdî edilen vazifeyi temsil etmeye çalışmalıdır.

Bu hususta, birbirimize çok dua etmeliyiz; “Allah vefa, sadakat ve ihlâsla bu işe sonuna kadar omuz vermeye bizi muvaffak kılsın!” demeliyiz. Bu şekilde, dost ve arkadaşlara, umum müslümanlara bizahri’l-gayb (gıyabında) dua etmek dine karşı çok ciddi bir vefa emaresidir. Ben günde en az beş vakit, uzağıyla yakınıyla, dostlarıma dua ediyor; onlar için Cenab-ı Hak’tan ihlâs, samimiyet, vefa, marifet ve yakîn.. istemeyi bir borç biliyorum.

Ferdî günahlar da bir ahit bozma ve Rabb’e karşı vefasızlıktır. Fakat, fert günah işler, sonra tevbe eder; Allah onu affedebilir. Ama asıl sözünde durmama, dinin ruhuna vefasızlıktır.. hiçbir beklentiye girmeden Allah’ı başkalarına anlatma gayesine vefasızlıktır.. Nesimî edasıyla,

“Bir bîçare aşığım ey Yâr senden dönmezemHançer ile yüreğimi yar senden dönmezemGer Zekeriyya tek beni baştan ayağa yarsalar,Başıma erre koy neccâr Senden dönmezem.Ger beni yandırsalar, külüm oddan kavursalarToprağımı savursalar, Settâr Senden dönmezem” duygusuna ihanettir.

Erzurumlu Sümmânî’nin bir sözünü çok tekrar etmişimdir; Azerî ağzıyla; “Ezelden hudbînim elif-i bâya / Hak kulun emeğin vermesin zâya / Bir can borçluydum Bâr-ı Hüda’ya / Vermek için can kurbana geliftim.” der. İşte insan, “Cenab-ı Hakk’a bir can borcum var” demeli; O’ndan gelen herşeyi memnuniyetle karşılamalı ve o borcu ödeyeceği ana kadar sadık bir kul ve köle olarak yaşamalıdır. Adanmış ruh, daima emre âmâde ve elleri göğsünde durarak O’ndan çıkacak fermanı beklemeli; nereye yürü dendiyse arkaya bakmadan oraya gitmelidir.

Üstad Hazretleri bu konuda da çok basiretlidir. Her şeyde vech-i rahmet görüyor. Kastamonu’ya sürüyorlar vech-i rahmet, Barla’ya sürüyorlar vech-i rahmet.. Emirdağ, Denizli, Isparta.. hepsini neticesi itibarıyla hayırlı görüyor ve gerçekten de öyle oluyor. Nereye düşüyorsa kor gibi düşüyor. O koru sağa sola fırlatmak suretiyle hakkından geleceklerini zannediyorlar. Oysa, zaten asıl vazifesi o.. misyonu, düştüğü yerde şûle-feşân olmak, bir kandil yakıp etrafını aydınlatmak.. orada nurlar, lem’alar, şuâlar meydana getirmek.. Üstad bunları samimi, yürekten ve hiç kimseye küsmeden yapıyor; sonra da: “Madem ki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefâlar ve mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim. Âdil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşrû ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî-mânevî füyûzât hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük mânevî kuvveti kaybedecektim.” diyor.. diyor ve ehl-i dünyanın zulmü, kaderin adaleti ve şahsın kendini sorgulaması üçgeninin birleştiği noktayı gösteriyor. İşte insan, bu hakîkatı kavradığında hiç kimseyi suçlamayacak; “Suçlu benim, Allah (celle celâluhû) bana vazife yapma imkanı verdi; ama ben vazifemin hakkını tam edâ edemedim; O da bana hicret ve hicranlar yaşatarak adalet etti. Ehl-i dünya zulmetmişse de onları cezalandıracak ben değilim. O işin Sahib’i var.” diyecektir.

Evet, bizim eksik ve gediğimiz başımıza gelen herşeyde bir vech-i rahmet göremeyişimiz, ülfet ve ünsiyet hastalıklarına karşı irademizin hakkını vererek aşk u şevkle kulluk vazifemizi gereğince yapamayışımız, başkalarının zulmünü Âdil-i Mutlak’a havale edip kendi muhasebemizle meşgul olamayışımız, kendi işimize bakamayışımızdır. Niçin bizim sesimiz soluğumuz bir iksir gibi ulaştığı insanları eritmiyor? Neden şu eşsiz güzelliklerle dolu dinimizi azamî ölçüde temsil edemiyoruz? İşte bizim derdimiz bu husus olmalıdır.

Şahs-ı Manevî

Daha önce değişik münasebetlerle ifade ettiğim gibi “Allah’ın eli (bütün o biat edenlerin) hepsinin üzerindedir.” ayet-i kerîmesi ve Peygamber Efendimiz’in “Cemaatte rahmet, firkatte azap vardır.”, “Benim ümmetim dalâlet üzere ittifak etmez.” ve “Allah’ın eli cemaatledir, cemaatle beraberdir” sözleri gibi ayet ve hadîs-i şerifler dinî hayat adına cemaatin önemini ifade etmektedir. Dinimizde toplumla bütünleşme, cemaat halinde yaşama çok önemlidir. Burada cemaat kavramını sosyolojik açıdan bir organizasyon ya da teşkîlat olarak değil, tamamiyle dinî bir terim olarak, ayet ve hadislerde ifade edilen ve dinimizde büyük önem verilen duyguda, düşüncede, sevinci ve hüznü paylaşmada bir ve beraber olan insanların meydana getirdiği şahs-ı mânevî manasına kullandığımı belirtmeliyim. Evet, bütünleşme, aynı yönde hareket etme ve aynı istikamete yönelme.. bir orkestrada belli bir makama ayak uyduran, o ritme uyan enstrümancıların aynı sesi vermeleri gibi diğer insanlarla beraber elem duyma, onların sevincini yaşama, aynı anda “of” çekme, elemleriyle müteellim, neş’eleriyle mütelezziz olma; kendi mahrumiyetleri karşısında üzülmenin çok ötesinde bir kardeşinin mahrumiyeti karşısında “ah keşke ona olmasaydı da bana olsaydı” diyebilme… işte bu, başkalarının mutluluğuyla mutlu olma ruh hali İslam’ın müslümanlardan isteyip beklediği bir vasıftır.

Felçli bir uzvun bir manada bünyeden kopması, ona kumanda eden beyindeki bir merkezin harap olmasıyla bünyenin genel işleyişinden ayrılması gibi fert de, bünye ile bütünleşmeyince toplumun, cemaatın yümün ve bereketinden istifade edemez. Aslında mü’min bir cemaat, velayeti temsil eder. Hususiyle bencilliğin ve enaniyetin çok ileri gittiği bir dönemde kutbiyet ve gavsiyeti salih mü’minlerden meydana gelen topluluğun şahs-ı manevîsi temsil eder. Her mü’min, gönlünde duyduğu intisap ve paylaşma hissine göre o kutbiyet ve gavsiyette pay sahibi olur. Bir topluluğa gavsiyet bahşedilse de, fert diğer inananlarla aynı duygu ve düşüncede değilse, arkadaşları arasında kendini onlardan herhangi bir insan olarak görmüyorsa o, şahs-ı maneviye bahşedilen lütuflardan bir nefer kadar dahi istifade edemez. Her ferdin tek tek, toplumla hakiki manada bütünleşmesi, kalbinin diğerleriyle beraber atması, başkalarının heyecanlarını yaşaması, dertleriyle müteellim olması, kendisi aç kalsa da diğerlerini doyurma gayreti içinde bulunması lazımdır.

Fertleri bu şekilde birbirine bağlı bir toplulukta her zaman bir gavsiyet, bir kutbiyet olabilir. Çanakkale’de şehit olan yiğitlerin her biri velî olabilirler; ama onlara asıl destan yazdıran şey her birinin kalbî ve ruhî beraberliğinden hasıl olan şahs-ı manevî ve o şahs-ı manevînin velayetidir. Öyle bir topluluk, bela ve musibetlere karşı bir paratoner gibidir. Allahu Tealâ, “ Rabbin, halkı dürüst hareket eden, hem kendi nefislerini, hem de birbirlerini düzeltmeye çalışan diyarları, haksız yere asla helak etmez”(Hûd, 117) buyuruyor. Evet, bir milletin içinde hayır düşünceli, ıslâhçı bir topluluk varsa, Allah o karyeyi, o beldeyi, o ülkeyi helâk etmez. Allah (celle celaluhû) bütünleşmiş; bünyan-ı marsûs olmuş; fertleri, ancak balyozla vurup kırılabilecek bir binanın birbirine girmiş parçaları haline gelmiş bir milleti ve toplumu felâkete uğratmaz. Ama milleti meydana getiren fertler böyle ıslahçı insanlar değillerse öyle insanların akıbetinden korkulur.

Bir velî bütün mazhariyetlere sahip olabilir. Fakat, o velînin de toplulukla bütünleşmesi, diğer insanlarla uyum içinde yaşaması lazımdır. Bir cami heyetinden belediye meclisine kadar heyet diyebileceğimiz üç beş kişinin bir araya geldiği her beraberlikte şahıslara düşen vazife; kendisinin çok makul düşünceleri varsa onu heyete anlatmak, onları ikna etmeye çalışmaktır. Fikirleri kabul edilmiyorsa bile yine heyetle bütünlüğünü sımsıkı devam ettirmektir. Makul fikirlerini, fırsat bulunca tekrar anlatabilir. Hüsn-ü kabul görmezse, bir nefer gibi yine onlarla beraber yoluna devam eder. O, toplantıya (mahkemelerin bir teamülü olan) muhalefet şerhi koyamaz; dışarıda da aleyhte beyanda bulunamaz.. bulunursa gıybet etmiş olur. Ve topluluğun gıybeti affedilmeyen bir günahtır. Çünkü bir cemaat hakkında gıybet eden insan, cemaatın ne kadar ferdi varsa teker teker hepsine haklarını helâl ettirmesi gerekir; yoksa ahirette yakasını kurtaramaz. Bir cemaatin, bir topluluğun gıybetini eden, onun şahs-ı manevîsini küçümseyen ve hafife alan insan çok büyük bir günah işlemiş olur. Mesela, okul-aile birliği toplantısındaki bir fert, fikir beyan edecekse toplantı devam ediyorken beyan etmeli; fikri varsa onu ortaya koymalıdır. Okul-aile birliği toplantısındaki üyeler onun fikrine hüsn-ü kabul gösterebilir ama aynı zamanda o fikri beğenmeyebilirler de. Ortaya koyduğu fikir kabul görmeyen şahıs diğerleri hakkında “Akılları ermedi, kabul etmediler..” diyemez; hele aleyhte katiyen konuşamaz. Bunlar dinimizin hassasiyetle üzerinde durduğu hususlardır ve bunların ihlâli gıybet veya yerine göre de iftira olur ki, ikisi de çok büyük günahtır.

Bazen de bazıları kendilerini masum göstererek gıybet bataklığına dalarlar. Bir fırsatını bulur bulmaz boşalmak ister, hemen birini yerden yere vururlar. Bunu yaparken de kendilerini tezkiye eder; “Gönlümde zerre kadar kötü bir şey yok ama..” gibi sözlerle başlayıp nefislerini pakladıktan sonra başkaları hakkında demedik laf bırakmazlar. Bir fırsat daha bulunca bu defa da “falan” hakkında konuşur, onu devirmeye çalışırlar.. ve bir fırsat daha derken bakarsınız kendisinden başka herkesi ademe mahkum etmiş; herkesi devirmiş ve hâlâ “gıybet olmasın ama” demeye devam ediyor. Bu –bağışlayın– öyle münafıkça bir gıybettir ki, emsali yoktur ve salih bir kulun, samimi bir Kur’an talebesinin fersah fersah uzak kalması gereken bir günahtır. Êvet, dolaylı yoldan, meseleyi eğerek, bükerek, çarpıtarak; kendisini masum göstererek gıybet etmek nifakın ta kendisidir.

Evet, bundan sonra esas olan kollektif şuurdur. İçtihat yapılacaksa da kollektif şuur; hadis yorumlanacak, Kur’an tefsir edilecekse de takım halinde çalışma esastır. Milletine hizmet edecek olanlar da, bu kollektif şuura bağlı hareket edenler olacaktır. Allah’ın rahmeti onların arasında; nikmet ve azabı da, dâhi bile olsa, yolu tek başına yürümeye çalışan, kendine yetme duygusuyla başını alıp bir tarafa gidenlerle beraber olacaktır.

Rüya ve yakazalarda görülen müjdeler de şahıslarla değil, çoğunlukla şahs-ı manevîyle alakalıdır. Meselâ, İnsanlığın İftihar Tablosu sizden bir arkadaşa gelir iltifat eder. Bu rüyada ya da yakazada olabilir. Aslında o iltifat topluluğa aittir. Hani bir komutan birinci taburun birinci bölüğünün birinci mangasından bir tane erin elini tutar, “Arkadaşlar, hepiniz namına bunun elini sıkıyorum.” der. Herkes, elinin içinde komutanlarının elinin sıcaklığını hisseder. Aynen öyle de, rüyadaki iltifat da şahsa değil, şahs-ı manevîye aittir. Şu kadar var ki, iltifatlar genelde, o topluluğun içinde kendi nefsini arkadaşları arasında fânî kılan; artık nefsi hesabına değil de, o topluluk için yaşayan fedakarlar eliyle geliyor olabilir. Evet, katiyen bilinmelidir ki, bu asırda şahıs yok, şahs-ı manevî vardır. Velayet varsa şahs-ı manevînin, kutbiyet varsa yine şahs-ı manevînindir. Ama bu, şöyle böyle turnikeye önce girmiş, senelerce millete hizmet etmiş insanları yok sayacağız demek de değildir. Küçüğün büyüğe saygı duyması, onun da kendinden küçükleri sevip bağrına basması inananların şiarıdır.

Vazife yapacak, millete hizmet edecek arkadaşlarımıza biz kendimiz değer vermezsek, başkaları da onlara değer vermez; onları biz kabul etmezsek başkaları da kabul etmez. Erzurumluların çok güzel bir sözü vardır: “Ziyareti hürmetli eden sahibidir.” derler. Ben 14-15 yaşlarımdayken, biraz da babamın alışmamı istemesi sebebiyle Ramazan ayı boyunca köyümüzde vaaz ettim. Enver isminde çok akıllı, mâneviyâta da açık olarak tanıdığım bir amcam vardı. Sokakta yürürken amcam arkamdan yürüyor, önüme geçmemeye dikkat ediyor, çok saygılı davranıyordu. Bir gün “Amca, dedim, bundan çok müteessir oluyorum, böyle yapmasanız!” deyince bana, “Oğlum, dedi, “Ziyareti hürmetli eden sahibidir. Ben bu saygıyı duymazsam halk seni kabullenmez ki!”

Amcamın, yaşımın küçüklüğüne ve onun yeğeni olmama rağmen va’z u nasihat etmem hürmetine bana öyle saygılı davranması hiç hatırımdan çıkmadı. Ben de insanlara faydalı olacağına inandığım arkadaşlarım için aynı hususa dikkat etmeye çalıştım. Mesela, Kestanepazarı’ndayken İmam Hatip Lisesi altıncı sınıfa devam eden bir arkadaşı Kur’an kursu öğretmeni yaptık. Henüz kendisi talebeydi ama madem öğretmenlik vazifesi de verildi, ona göre davranmaya gayret ediyordum. Birgün kurs idarecilerinden biri “Bizim Abdullah, bizim İsmail” şeklinde konuşurken ben de “Abdullah Hoca şöyle dedi, Abdullah Hoca böyle yaptı.” diye bir kaç defa arkadaşı “hoca” olarak zikrettim. O, “Abdullah Hoca da kim?” dedi. “Ağabey, biz onun hocalığını kabul etmezsek kimse kabul etmez. Kur’an kursu öğretmeni yapıyorsunuz, öyleyse bunu kabullenmek ve ona uygun davranmak gerekir.” dedim.

Ama maalesef bazı şeyler var ki yorum hatasına uğruyor. Mesela, “Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşit vaziyetini takınamaz.” ifadesi çok doğru bir ölçü, altın gibi bir sözdür. Fakat bu söz karşısında herkesin alacağı tavır farklı farklı olmalıdır. Hiçbiriniz kendisini hiç kimseden daha faziletli görmemeli, üstünlük mülahazasına katiyen girmemelidir. Fakat, arkadaşlarınız ve sizden küçük olanlar da kendi sorumluluklarını belirlemeli, gereken saygı ve hürmeti göstermelidir. Size gösterilen saygının onda birini istemeye hakkınız yoktur, onda birini isterseniz yüz kat zulüm yapmış olursunuz. Ama bilmem ki, arkadaşlarınız da şimdi gösterdikleri hürmetin on katını sergileseler vazifelerini eda etmiş olurlar mı?

Bunlar ayrı ayrı şeylerdir ve birbirine karıştırılmamalıdır. Öteden beri geleneklerimizde var bizim; büyüklerimize hep saygılı davranırız. Ama pâyeler, makamlar, mansıplar.. yoktur mesleğimizde. Hepimiz neferiz; elimizden geldiğince dinimize ve milletimize hizmet ediyoruz ve durumumuzdan da hiç müştekî değiliz. İstanbul’un fethini arş-ı rahmetten ambalajlayıp bana gönderseler kabul etmem. Bunu –hâşâ– o büyük fatihleri hafife aldığım manasına değil; mü’minlerden bir mü’min, kullardan bir kul olmanın kıymet ve lezzetini ifade sadedinde söylüyorum. Evet, öyle bir teklif karşısında ben, kendi durumumu, küçük bir köyde bir hocanın oğlu olmayı, küflü binaları, pencere içlerini, duvar altlarını, minnacık bir kulübeyi, mağduriyetleri, işkenceleri, azabları, tehcirleri.. evet O’nun benim hakkımdaki tercihlerini tercih ederim. Çünkü bu işte şahıs yoktur; neferlik vardır.. Üstad’ın “Said yok” dediği gibi nefisler, enaniyetler, hevâ ve heveslerin dili yoktur; yalnızca hakîkat konuşmaktadır. Kimin ne haddi var ki “ben” desin.. Tevhid davasında şirke girsin.

Herkul | 20/05/2002. | KIRIK TESTI

👉 Kanalımız