Bunlar, Son Sözlerim Olabilir!..
Hastalıklar bir yönüyle, ötelere yolculuk için hazırlık yapma çağrısı ve îkazıdır. Her hastalık, insana bu hayatın fânî olduğunu ve ebedî bir aleme gidileceğini hatırlatmaktadır. Senelerdir çok çeşitli rahatsızlıklar geçirdim ama şu en son geçirdiğim kalb krizi beni bütün bütün ötelere bağladı. Artık söylediğim cümleleri “son sözlerim” olarak görüyor ve öyle telaffuz ediyorum. Son anlarımı yaşadığım ve ahirete açılan koridora iyice yaklaştığım hissi var içimde. O ilk krizi atlatsam da, kalb ve şeker gibi rahatsızlıklarım devam ediyor. Günde birkaç defa kan şekerimi kontrol ediyor ve kalb atışlarımın ritmini dinlettirmek zorunda kalıyorum. Bazı ekstradan aldıklarım hariç, her gün 25-30 adet ilaç kullanıyorum. O kadar ilacın vücutta hâsıl edeceği komplikasyonlar bile bir insanı yatağa düşürmeye yeterlidir. Fakat yatakta olmaktan, hatta uykuyu biraz fazla kaçırmaktan hayatım boyu iğrenmişimdir. Bu sebeple uzun süre yatakta kalmaktan sıkılıyor ve yarım oturarak da olsa bir-iki arkadaşın bulunduğu bir mekanda olmayı tercih ediyorum.
Bazı insanlar, eğer bir yerde fakire ait bir yazı görmüşlerse hemen o gazete, dergi ya da internet sayfasıyla bizzat ilgilendiğim kanaatine varıyorlar. Hatta e-mail adresimi istediklerini ve yazışma telebinde bulunduklarını arkadaşlardan duyuyorum. Halbuki, ben bazı dostlardan gelen mektupları dahi okuyamıyor; bir-iki satırla da olsa cevap veremiyorum. İnternetle de hiç ama hiç meşgul olmuyorum. Zaten, hayatımın son anları olarak düşündüğüm şu günlerin hiçbir dakikasını öyle şeylerle geçirmek istemem. Rabbimin huzuruna giderken, O’nun rızası için yapmaya çalıştığım ibadet ü taat ve dua dışında bir hal üzere olmayı Cenâb-ı Allah’a karşı vefasızlık sayıyorum. Şu anda, sadece O’nun rızasını düşünmek, O’nun huzurunda başımı secde eşiğine koymak ve emanetini alacağı an en temiz duygu ve düşünceler içerisinde bulunmak istiyorum.
Bazı arkadaşlar hüsn-ü zan edip bu fakirden hâlâ birşeyler öğrenebileceklerini zannediyor ve sorular soruyorlar. Konuşacak takatim olmamasına rağmen onlara saygımın icabı birkaç cümleyle de olsa cevap vermeye çalışıyorum. Sonradan öğrendim ki, arkadaşlardan bir-ikisi anlatılanları kaydediyor ve bir İnternet sitesinde yayınlıyorlarmış. Anlattıklarımın bir kıymeti olduğunu ya da birşeyler ifade ettiğini zannetmiyorum. Fakat hüsn-ü zan eden, iyi niyetli ve hayır düşünceli insanların bu gayretlerine de saygı duyuyor ve ses çıkarmıyorum.
Bu işin bir başka boyutu daha var ki, ben kendimi nasihat etmeye ve insanlara birşeyler anlatmaya hiç ehil görmedim, görmüyorum. Va’z u nasihat edecek insan ciddi bir iç hazırlıkla ve manevî doygunlukla muhataplarının karşısına çıkmalıdır. Bu da, öyle surata bir maske takıp ortaya çıkma gibi birşey değildir. Konuşacak insan herşeyden önce kalbinin Allah’la irtibatına ve dinleyicilerin vaktini israf etmeyecek şekilde hazırlanmaya dikkat etmelidir. Bir sohbet, bir nasihat deyip geçemezsiniz.. insan yarım saatlik bir konuşma için aklen, fikren, rûhen, hissen birkaç gün hazırlanmalı; gözünü ağyardan sakınmalı, kalbin gez-göz ve arpacığıyla rıza hedefine kilitlenmeli; çok dua etmeli, Yüce Allah’ın razı olacağı sözleri söyleyebilmek için Rabbine sığınmalı ve yalvarıp yakarmalıdır. Bir tanesi, Tabiîn’in büyüklerinden Tâvus bin Keysân’a gelip “Bana dua eder misin?” deyince Tâvus Hazretleri “Gönlümde dua edebilecek haşyet hissetmiyorum.” cevabını veriyor. İşte, konuşacak insan iç haşyet ve manevî hazırlıkla dolu olarak muhataplarının karşısına çıkmalı; çıkarken de kötü örnek olmaktan Allah’a sığınmalıdır.. sığınmalı ve “Müslümanlığı benim şahsımda, davranışlarımda ve kaba hallerimde görürlerse dine karşı nefrete sebebiyet vermiş olurum.” mülahazasıyla, hitap edeceği yere tir tir titreyerek yürümeli, sonra da bu duygularla söze başlamalıdır.
Evet, meselenin sorumluluğunu hisseden bir kimse için irşad adına halka sohbet etmek çok zordur. Hatta vaaz u nasihat kadar zor bir iş yoktur denebilir. Her kelimeyi Allah’ın rızasına bağlamak, iyi bir söz söyleyince hemen nefis muhasebesi yaparak: “Aman Ya Rabbi! Bir yanlışlığa düşmekten Sana sığınırım. Sözü söyleten Sensin, telaffuz eden ben olsam da insanların ihtiyacına binâen bu sözleri hatırıma getiren Sensin. Bunu nefsime maletmek gibi bir şirke düşmekten beni muhafaza buyur!” diyerek anında kendini sorgulamak, murâkabede bulunmak çok önemli ve önemli olduğu kadar da zor bir meseledir. Vaaz “gönlün sesi” olmalıdır. Vâiz, o sesi önce kendi gönlünde duymalı; birisi ona nasihat ediyormuş gibi hissetmeli; kendini, verdiği misallerin kahramanıyla beraber bilmeli; Hz. Hamza’yı destanlaştırırken karşısında Utbe’yi, Şeybe’yi, Velid’i görüyor gibi olmalı ve ciddi bir konsantrasyon içerisinde konuşmalıdır.
Mesuliyet duygusundan mahrum kimseler bildikleri şeyleri rastgele seslendirebilirler. Oysa, mesele bir yarım saati doldurmak ve konuşmuş olmak değildir. İrşadın en önemli tarifi; insanlarla Allah arasındaki engelleri bertaraf ederek, lâhutî (ilâhî) alemle gönülleri buluşturmaktır. Konuşmacı, göze batan tavırlarıyla, kulak tahriş eden sözleriyle, beyanındaki kabalıkla araya giriyorsa, irşad, maksadının aksine netice verecektir. Hatibin kendini aradan çıkarıp muhataplarını O’nunla başbaşa bırakması asıldır. Konuşanın nefsî meyilleri de dahil aradakileri bertaraf etmek, manevî bir vuslat köprüsü kurmak irşad yörüngeli bir konuşmanın en önemli hedefidir. Böyle bir hazırlık ve duygudan yoksun olanlar, alâka uyarma maksadıyla sunî olarak bağırıp çağırsalar ve mevzuyu esprilere boğsalar da halk tarafından sevilmeyecek; onları, Allah’a götüremedikleri gibi bir de kendilerinden uzaklaştırmış olacaklardır.
Hz. ÖMER’in Tavrı
Hadis kitaplarında nakledildiği üzere; Hz. Ömer (radiyallahü anh) bir Cuma günü minberde hutbe verirken ilk hicret eden sahabîlerden biri camiye giriyor. O içeri girince Hz. Ömer sözünü kesip “Saat kaç?!..” diyerek onun geç kaldığını ifade ediyor. O sahabînin, mazeretini söylerken “Çarşıdan eve dönerken geciktim ve abdest alır almaz da geldim.” demesi üzerine “Allah Rasûlü’nün Cuma günü gusletmeyi de emrettiğini bilmiyor musun?” diyor.
İmam Şatıbî bu hadiseyi anlatırken, herhalde Hz. Osman hakkında sûizanna sebep olmasın diye isim tasrih etmiyor. Fakat bazı hadis kitaplarında Cuma’ya geç kalan sahabinin Hz. Osman (radiyallahü anh) olduğu belirtiliyor.
Hz. Ömer Efendimiz’in bazı tavırlarında -bu hadisede olduğu gibi- çok yüksek manalar bulunduğuna; konuşurken, tavır koyarken.. söz, hal ve tavırlarına yüksek manalar yüklediğine inanıyorum. Hz. Ömer gibi bir nezaket ve firaset insanının, Hz. Osman gibi seçkin bir sahabiyi, bizzat kendisinin üçüncü halife adayları arasında ismini saydığı önemli bir dostunu mahcup edecek bir sözü o kadar insan içinde rastgele söylemesi düşünülemez. Öyleyse bu meselede Hz. Ömer’in tavrındaki inceliğe dikkat etmek gerekir.
Herşeyden önce Hz. Ömer Efendimiz Cuma namazı ve camiye erken gelme hususundaki hassasiyetini ortaya koyuyor. Ayrıca, çok önemli şu hakîkate işaret ediyor: Eğer hayırlı bir şey yapılıyorsa ve yapılan o şey de önemliyse, Allah’ın rızasını kazanma gayesiyle eda ediliyorsa.. bu işe ilk gönül vermiş olanlar, daha sonra da daima önde olmalılar.. o işte sürekli önde koşmalı, arkadan gelenlere bir hüsn-ü misal teşkil etmeliler. Anne-babanın, çocuklarına bazı meselelerde örnek olmaları gibi onlar da kendilerinden sonra gelenlere iyi örnek olmalılar. O toplum içinde Hz. Osman herkesin hürmet edip önde kabul ettiği, örnek alınacak, delil sayılacak, hüccet kabul edilebilecek bir insandır. O, hutbeye geç kalırsa başkalarının “Cuma’ya sonra gidilse de, hutbe okunurken camiye varılsa da oluyormuş…” deme ihtimali vardır. Öyleyse, Hz. Osman seviyesinde bir kimsenin herkesten önce camiye gelmesi, ön safı tutması ve bu haliyle halka örnek olması lazımdır.
Ayrıca, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) camiye en önce gelenin bir deve boğazlamış gibi, daha sonrakilerin de sırasıyle sığır, koyun, tavuk ve yumurta infak etmiş gibi; yani, ilk gelenden ezan vaktinde camiye girene kadar herkesin derece derece sevap kazanacağını belirtmesinden dolayı, o devirdeki insanların Cuma namazı için camiye geliş vakti, şafakla beraber başlıyordu. Hz. Ömer yaptığı îkazla o hadis-i şerife de telmihte bulunmuş oluyordu.
Bir diğer mesele de şudur; Rasûl-ü Ekrem Efendimiz Cuma günü gusletmenin gerekli olduğunu söylemiş; bundan dolayı, Cuma günü gusletmeye bazı mezhepler vacip, diğer bazıları da sünnet demişlerdir. O günkü şartlar; yani çok sıcak bir bölgede, çok defa yün giyen insanlar ve Mudar’dan gelen kabîlenin tavrında görüldüğü gibi o yünün terden dolayı çok kötü kokması nazara alındığında Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in, Cuma ve bayram günlerinde guslü tavsiye buyurmasının hikmeti daha iyi anlaşılacaktır. İşte Hz. Ömer, Cuma günü gusül abdesti alınması gerektiğini Hz. Osman vesilesiyle bir kere daha hatırlatmış oluyordu. Dahası, kendinden sonra işin başına geçecek insana “Sen İmamsın, Efendimizin yaptığı herşeyi sen de aynen yapmalısın ve bunu da halk böyle bilmeli!” işaretini veriyordu.
Evet, Hz. Ömer, kendisine yakın bildiği bir insanı bu şekilde hafifçe sarsmış; önde yürüyen insanların dini yaşamada hassas olmaları gerektiği için onu hemen îkaz etmiş; meselenin ehemmiyetini sözlerini kaldırabilecek bu insan aracılığıyla ifade buyurmuştur.
Aslında, Hz. Ömer Efendimiz’in benim tezkiyeme ihtiyacı yoktur. Fakat zihinlerde yanlış bir şey kalır; “Biz bile caminin içinde bunu yapmayız, Hz. Ömer nasıl yapar?” sorusuyla her yönüyle mükemmel bir insan hakkında sûizan kapıları açılır endişesiyle bu kadarcık bir açıklamayı zaruri gördüm. Böyle bir tavır, Hz. Ömer’in büyüklüğüne nisbetle küçük görülebilir; fakat Hz. Ömer’in ona yüklediği manalar açısından bakılınca o davranış çok büyüktür. Hz. Ömer Efendimiz’in bir arkadaşını, cephede aynı safta beraber mücadele verdiği bir dostunu caminin içinde mahcup etmesi, utandırması kesinlikle çok basit bir manaya matuf olamaz. Hele o tavırda bir garaz (kötü niyet) katiyen bulunamaz.
Herkul | 27/05/2002. | KIRIK TESTI